15 Nisan 2009 Çarşamba

4-4'LÜK BİR MAÇ

Elif DURGUN

Liverpool-Chelsea arasında herhangi bir organizasyonda oynanan herhangi bir maç İngiltere’nin ve pek tabii Avrupa’nın hatrı sayılır bir buluşmasıdır, evet. Bir derbi olmamasına rağmen ülkenin iki yakasının iki dev kulübü karşı karşıya gelir. Aslında aralarında ‘ezeli’ bir rekabet de yok. Deyim yerindeyse son yıllarda ‘palazlanan’ ve 2003 yılından bu yana şampiyonluk yarışına ortak olan Chelsea’nin Birleşik Krallık’taki en ‘hakiki’ rakibi bir başka başkent temsilcisi olan Arsenal’dir. Ki Londra derbisi deyince de akla gelen ilk maç ise Arsenal-Tottenham karşılaşması olur, o da “Kuzey Londra” derbisi olarak bilinir. Ancak Chelsea, diğer ‘büyükler’ tarafından bu açıdan (tarihsel anlamda) çok ciddiye alınmıyor olsa da, son yıllarda Roman Abramoviç’le birlikte yakaladığı başarı, onları epey rahatsız ediyor.
Geçtiğimiz yıldan alıştığımız üzere finallere yine İngilizler damgasını vurdu. Ve biz yine futbol izlemenin keyfine sonuna kadar varıyoruz.
Dün gece de tam anlamıyla böyle oldu. Liverpool, ilk maçta sahasında beklemediği bir hezimete uğramış, Chelsea, O’na çalışmadığı yerlerden sorup yumuşak karnını yakalamıştı. 1-3’lük skor Rafael Benitez’in planlarını yeniden gözden geçirmesini gerektirmiş, bir de Steven Gerrard’ın yaşadığı sakatlık herşeye tuz biber ekmişti. Maçtan önceki son üç gün, kaptanın rövanşa yetişip yetişemeyeceği tartışılıyor, Gerrard ise çalışmalarına devam ettiği kapalı salondan Chelsea’ye karşı bilendiğinin mesajını yolluyordu. Ancak olmadı, kaptan, dün gece “asla yanlız yürümeyen” takımının dümenini boş bıraktı.
İnanmış ve tabii ki zengin Londralılar’a göre daha ‘ateşli’ olan Liverpool taraftarları Stamford Bridge’deki yerini almış, bilindik ritüellerine başlamıştı. Ancak bu kez diğer ritüellerinden farklı olarak ‘ruh çağırma’ girişiminde bulundular. İşlerinin zor olduğunu bildikleri için durumu metafizik bir hadiseyle kurtarmaya çalıştılar. Hayır, tabii ki böyle olmadı! Geri dönüşün, pes etmemenin ve futbolda imkansız diye bir şeyin olmadığını, özellikle 2005’teki finalinden gayet iyi bildikleri için bunu bir kez daha tekrarlamak istediler.
Öyle de olur gibi, olacak gibi oldu. Henüz 28. dakikaydı ve Fabio Aurelio’nun golünün yanına bir de penaltı golü sıkıştırdıkları için 2-0 öne geçmişlerdi. Chelsea’nin ‘idareten’ teknik direktörü Guus Hiddink sinirden çıldırırken, Stamford Bridge tribünleri de kısa süreli bir şok geçirdi ve sustu. Liverpool’un üstünlüğüyle ikinci yarıya girilirken, devre arasında (muhtemelen), konuk ekibin soyunma odası bir gol daha atabilmek veya skoru korumak için, ev sahibi ekibin soyunma odası ise ellerine geçmesi muhtemel yarı final biletini karşı tarafa teslim etmemek için hararetli taktik konuşmalarıyla yankılandı.

Benitez durumu çözememişe benziyor

Ve bu 15 dakikalık toplantı, Maviler üzerinde ikinci yarının ilk dakikalarında sonuç vermişe benziyordu. Didier Drogba ve Alex’le kendine gelen Chelsea, rahatlamış ve oyunun kontrolünü ele almıştı. İşte tam bu dakikalarda, oyun, Chelsea’nin ataklarıyla sürüp giderken John Terry’nin yokluğunu aratmayan kaptan Franck Lampard sahne aldı ve üçüncü golle Liverpool’un fişini çektiğini düşündü. Düşündü ama işler hiç de umdukları gibi gitmedi, her şeyiyle, özellikle Dirk Kuyt’ın kişisel becerileriyle yüklenen Kırmızılar, son düzlüğe girilirken iki gol daha buldu. Soğuk duş etkisi yaratan bu birbirinden güzel iki gol, ev sahibi ekip tarafından da karşılıksız bırakılmadı ve maçın olmasa da, turun galibi Chelsea oldu.
Gecenin en kazançlı isimleri pek tabii ki, biz ‘zavallı futbol dilencileri’ olduk. Tam sekiz gol, mücadele ve hırs dolu müthiş bir maç izledik. Hayret ki bu hırs, bizdeki gibi bir itiş kakışa neden olmadı. Büyük spor adamı Phil Jackson’ın da dediği gibi öfkelenmeden agresif olabilmeyi, rakibe saygı duymayı, kaosun ortasında konsantrasyonun önemini işaret etti bu maç, bizlere.
Maçtan ilginç notlar da vardı. Örneğin iki takımın as kaptanları karşılaşmayı tribünden izledi, Liverpool’da Fernando Torres’in İspanya maçlarında gördüğümüz ve pek de yakıştıramadığımız durgunluğu devam ediyordu, Chelsea bu sonuçla yarı finalde geçen seneki gibi yine Barcelona’nın rakibi oldu.
Maçta tansiyon yüksekti, evet. İngiltere’nin iki büyük kulübü karşılaşıyordu, evet. Hırs herkesin kollarından, paçalarından akıyordu, evet. Bu ufak tartışmaları da getirdi beraberinde, evet. Ama neden kimse kimsenin boğazını sıkmadı hayret! Bu kadar büyük baskı ve stres altında, özellikle sonucu kocaman bir vedaya bağlıyken böyle bir karşılaşmanın bir gün Galatasaray ve Fenerbahçe arasında oynandığını düşünsenize? Yoksa bizimkilerin üzerindeki baskı ve stres, affedersiniz ama, çok mu tırı-vırı?
Neyse... Şimdi bizi Turkcell Süper Lig’de değil belki ama Şampiyonlar Ligi’nde çok güzel günler, çok güzel maçlar bekliyor. Şimdilerde konuşulan tek bir şey var, Hiddink’in, havuz probleminden daha zor olan Messi problemini nasıl çözeceği...

1 yorum:

Sencer Yücel dedi ki...

başlığı erken harcamışsın. bir tane daha oldu bu maçtan..