23 Mayıs 2008 Cuma

MAVİLER VE KIRMIZILAR, İSTEYENLER VE ALANLAR

Elif DURGUN

Bir kupa finalinde görmek isteyebileceğimiz ne varsa hepsini verdi bize bu yılki Şampiyonlar Ligi finali. Hatta görmek istemediklerimizi bile. Kan bile gördük hem de bolbol, bir kırmızı kart, çokça itişme ve kavga.
Ama bana birkaç bir şey daha gösterdi, hem de o güne dek göremediğim şeyleri. Avram Grant’ın hisleri varmış meğer. Yani elbette hep vardı ama bu defa biz de, hem hissettik hem gördük. Bu “yürüyen ölü adam” nasıl bir şefkat sahibiymiş. Üstelik tıpkı bir anneninki gibi. Abartıyor muyum? Belki de.
Sevgili başkanımız Platini maç öncesinde söylemişti zaten; “zemin çok da elverişli değildi top oynamaya.” İşte iri cüsseleri, müthiş kondüsyonları ve harika teknikleriyle hayran olduğumuz adamların birbir yere yığıldığı dakikalarda, oyun duraksamışken –ki bu anları maç sırasında çok yaşadık- Grant, Drogba’ya taktik veriyordu. İlk yarıdaydı. Sanki bir anne yaramaz oğlunu yanına doğru çekivermiş, onu tembihliyordu. Bu ‘anne’ benzetmesi biraz ters mi geldi size? Bu benzetmeyi ‘baba-oğul’ şeklinde de yapabilirdim tabi ama şuna inanın babaların şefkati -ne kadar iyi olursa olsun, ki vardır öyle elleri öpülesi babalar- annelerin ki kadar engin olmaz. Bu anne şefkati üzerine çok mu cümle kurdum? Doğru anlatmam gerek. Çünkü Avram Grant’ta gördüğüme sizi de inandırmalıyım. Bunu hem de Avram Grant için neden yapıyorum bilmiyorum ama Drogba’yla yaşadığı an öyle bir andı. Takımın haşarı çocuğunu, yerinde duramayan çocuğunu formasında tutmuş, çekeliyor. Drogba da bir yandan O’nun söylediklerini dinliyor, bir yandan saçı başıyla oynuyor ve sokakta (sahada) onu bekleyen arkadaşlarının yanına dönmeye çalışıyor.
Grant beni çok şaşırttı. Uzatma dakikalarında yağmurda sırılsıklam oluşu ve de Anelka’nın kaçırdığı penaltıyla adeta ruhunun stattan uçuşu, Platini’den madalyasını aldıktan sonra kürsünden ayrılışı asla gitmeyecek gözlerimin önünden. Merdivenlerde bir oraya bir buraya gidişi.
Göremediğimiz şeyleri gösterdi de bu final, görmek istediklerimizi de verdi. Bir o kaleyi bir bu kaleyi turlayan top etrafında koşan 20 adam, gol, direkten dönen vuruşlar, heyecanlı uzatma dakikaları, kalp atışlarını hızlandıran penaltılar.
Kavga, gürültü ve kan olmasa en iyi 3 final arasına girerdi herhalde Moskova 2008. Sırasıyla Drogba, Scholes, Nani maçın gazileri arasında yerlerini aldılar. Ama bunları çok anımsamayacağız belki de, aklımızda daha çok Grant’ın yıkılışı, Abramoviç’in şaşkınlığı, Terry’nin gözyaşları, Terry’nin hıçkırıkları, Terry’nin kızarmış gözleri, Sir Alex Ferguson’un neşesi, Manchester United futbolcularının tören sırasındaki zıpırlıkları kalacak, en azından benim adıma öyle.
Mourinho’nun ahımı tuttu bilinmez ama sahada kırmızılar ve maviler, Londralılar ve Manchesterlılar haricinde, isteyenler ve alanlar şeklinde iki takım vardı.
‘Bazı şeyler için iyi olmak yetmiyor’ der sevilen bir rock grubumuz. Çokça inanç ve biraz mütevazilik de ister şu ‘meret’ oyun. Hak eden mi kazandı? Bence, evet!
Ya bu arada Cristiano Ronaldo, özellikle saç tarzıyla fena halde bizim ‘arka mahalle’den çıkmışa benzemiyor mu?

Hiç yorum yok: