
Elif DURGUN
(Turnuvanın özetini -elde olmayan sebeplerle- geç yapmak zorunda kalan bu amatör yazar, an itibariyle en doğru kelimeleri kullanmaya çalışacaktır.)
Bir Avrupa Şampiyonası’nı daha dolu dolu yaşamanın verdiği sevinç ne güzel. Doğduğum toprakların takımının turnuvanın en ‘heyecan verici’ takımı olmasının yaşattığı bambaşka duygular da var.
Önümüzdeki 4 yıl boyunca Avrupa’da ‘şampiyon’ unvanını taşıyacak takım sonunda belli oldu. Bir şampiyon; hem namağlup hem de seyirlik. (Buradan, bir önceki şampiyona bir taş mı söz konusu? Kesinlikle, evet.)
İspanya kuşkusuz şampiyonanın en keyif veren takımlarından biriydi, Hollanda’dan sonra. Çünkü topla oynayabiliyorlardı. Hırvatistan istekli, Rusya azimli, Almanya tecrübeli, Türkiye şaşırtıcıydı ama onlar farklıydı.
Raul, Aragones'in ve Krkic ise kendi tercihi doğrultusunda turnuvada yoktu. Ama teknik adamın en az onlar kadar güvendiği 3 isim vardı; Torres, Villa ve Güiza. Hayatı boyunca futbolu hep sevmiş, azimle çalışmış ama (sanki ‘iyi’ teknik adam aynı zamanda meşhur da olmalıymış gibi ve bu sanki başarı kriteriymiş gibi) profesyonel teknik direktörlük kariyerinde kazandığı başarılara rağmen bir Mourinho ya da bir Cappello kadar meşhur olamamış birisi vardı başlarında: Luis Aragones.
Dışarıdan bize çevirilen kadarıyla şampiyonaya kadar sık sık eleştirilmişti. Ama O bir kulüple anlaştığı halde bunu sonuna kadar dile getirmemiş üstelik bu tarz haberlere tepki göstermişti. İşte başında olduğu takım da kulaklarını eleştirilere ve dedikodulara kapamaya, kendilerini futbola vermeye ve İspanya’nın kupa özlemini dindirmeye çalışıp şampiyon oldu.

Turnuvanın ortaya çıktığı ilk yıllarda ‘faşist’ sıfatını taşıyan bir ülkenin takımı olarak yarıştıkları ve kazandıkları o günlerden, hakkında ‘ırkçı’ söylentileri çıkmış olan bir teknik direktörle başarıya ulaştıkları bugünlere geldi İspanya Milli Takımı. Futbol şahsiyetlerine bu tarz sıfatları hiç bulaştırmak istemem, bulaşmasını istemem ama büyük bir mevzuyu birkaç kelime ile bir ironiye dönüştürmeye çalıştım. Tabi ki İspanya’nın da başarısı bu kadar sığ özetlenemez. Herşeyin ötesinde hak ederek kazandılar.
Peki bizim yaşadığımız şey bir ironi ya da kaderin bir cilvesi miydi? Turnuvaya, top oynamaya çalıştığımız ve başardığımız maçta veda etmemiz ne garipti. Almanları finale yolladığımız son maçımıza kadar arkamızda olan ‘o mistik şey’, ‘tanrının eli’ ya da ‘futbol tanrısı’ durdu ve dedi ki: “Benim yapabileceklerim bu kadar, son maç size emanet.” Peki ‘gurbetçilerimizin’ yaşadığı o karmaşık duygular. Hayatlarında her zaman yaşadıkları ve yaşayacakları Almanya’da Türk, Türkiye’de Alman-Alamancı olma durumunun üzerine izledikleri bir yarı final?
Peki Türkiye’nin yanında Rusya’nın yaşattıkları ne olacak? Aslında futbolu özde seven herkes onların yanındaydı ama istatistik denilen hadise gereğince Uefa’nın yaptığı sıralama Rusya’ya da Türkiye gibi son sıraları gösteriyordu. Ama her ikisi de yarı finali gördü.

Peki son şampiyon Yunanistan’ın durumu ne olacak? Yani sen kalk gruptan lider çık, sonra gruplarda ‘0’ çek, hem de son şampiyon sıfatıyla. Peki Fransa? Neden zorla oynuyorlarmış gibi hissettik? Ya da aşk, Avrupa Şampiyonası’ndan sadece 1 puanla dönmenin ardından televizyondan evlenme teklifi ettirecek kadar şaşkına mı çevirir insanı? Peki İtalya? Özetle ne değişik, ne hareketli, ne eğlenceli ve ne karmaşık bir turnuvaydı.
Aklımda güzel, hatırlanası ve tebessüm ettiren çok an kaldı turnuvadan.
Palop’un final maçına İspanyol kaleci Arconada’nın formasıyla gelmiş olması ve İspanya’yı 1984’te avlayan Platini’nin karşısına o formayla çıkması,
Yarı finale kalan 4 takımdan birinin ‘bizimki’ olması,
Geri kalan 3 takımı çalıştıran 2 teknik direktörün yolunun Türkiye’den geçmesi, birinin de geçecek olması,
Semih'in Lehmann'a feyk atarak topu iğne deliğinden geçirişi,
Terim’in Slaven Biliç’i teselli etmesi,
İtalyanlarla Fransızların yollarının yine kesişmesi, Fransızların yine 10 kişi kalması ve yine İtalyanların kazanması,
Hollanda taraftarının takımyla birlikte çılgınca sevinişi,
Hakan Yakın’ın, Gökhan İnler’in, Eren Derdiyok’un yüzümüzü ağartarak oynaması...

Ve daha bir çok an...
Bu turnuva kısacası hepimize iyi geldi. Gözümüz biraz doydu. Şu an sadece Türk olduğumuz için bir karamsarlık var hepimizde. Çünkü Hasan Doğan’ı kaybettik. Biraz aydınlanmış, biraz daha umutla bakmaya, Türk futbolunda yeni hedefler koymaya başlamıştık. Mekanı cennet olsun.
Hoşçakalın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder